Darbelerin Son Halkası: 12 Eylül 1980

13 Eylül 2016

Türkiye’de “Kayıtsız ve şartsız millete ait” olan egemenliğin gasp edildiği, çalındığı zorlu bir yoldur siyaset. Bir dava varsa da bu dava egemenliğin sahibine iade edilmesi davasıdır. 15 Temmuz 2016 göstermiştir ki; temelleri zehirli bir sarmaşıkla sarılmış bu vatanda kavga henüz bitmedi.

Necip Fazıl “ öz yurdunda garip, öz vatanında parya” der. Bu gariplik ve paryalık, her 10 yılda bir birimizin omuzuna nişane olarak takıldı. Turgut Uyar gibi ne kar, “Severim ben omuzlarımı/ Sırmaları, apoletleri olmasa da” desek de biz çıplak omuzlarını sevenler düşmanlaştırılarak gittik ölüm mangalarına.

KÖKLER

Her on yılda bir birini fail gören sağcı ve solcu gençler aynı zindanlardan, aynı sehpalardan geçtiler. Birilerinin içimizdeki, “çocukları” çekirge misali, 27Mayıs 1960’ta, 12 Mart 1971’de, 12 Eylül 1980’de, 28 Şubat 1997’de ve 27 Nisan 2007’de sürekli sıçradı durdu. Ve nihayet 15 Temmuz 2016’te “Bir daha Asla!” diyebildik.

Bugün 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin yıl dönümü. Bir daha asla olamaması, canlarımızı almaması için ne olduğunu hatırlamak zorundayız.

Türkiye’de Cumhuriyetin ilk yılların başlayan askeri bürokrasinin vesayeti, kurucu bir elitizme dönüştü. Bu elitizm halktan çaldığı egemenliği tahkim ve tanzim edebilmek için dışardan bir desteğe ihtiyaç duydu hep.

12 Eylül Askeri Darbesi öncesindeki yıllarda, özellikle de 1970 başlarından itibaren, gelişmiş kapitalist ekonomiler uzun sürecek olan bir iktisadi durgunluk içine girdiler. 1973 Petrol Krizi gelişmiş Kapitalist ülkeleri ekonomik krize sürüklemişti.  Bu krizin Türkiye gibi az gelişmiş ekonomilere ya doğrudan etkileri oldu ya da uluslararası operasyonla krize ortak edildiler. İçerde üretimi sürdürebilmek ve dış borç servisini yapabilmek için dış kaynağa olan ihtiyaç daha da artmıştır (döviz darboğazı). İzlenen modelin bir özelliği olarak, ihracat ikincil planda tutulduğundan ihracat gelirleri yeterli olmayınca bu ülkeler dış borç krizine girdiler.

Kısaca bu ülkeler bir borç tuzağına düşürülerek, bu ülkelerde yaratılan artık-değer dış borçlanma aracılığıyla uluslararası finans kapitale aktarıldı. İhracat gelirleri giderek borç geri ödemeleri-ne harcandığından bu ülkelerin kalkınma ya da sanayileşmeleri için geriye yeterince kaynak kalmadı.

Uluslararası sermayenin tasarladığı bu yenidünya düzeni her bir ülkede politik sonuçlar üretmiştir. Finans kapital, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki aşırı birikimden kaynaklanan sorunlarını çöze-bilmek için bu ülkelerde radikal değişiklikler yapmak üzere 1979‘ların başlarında Reagan ve Thatcher‘ı finans kapitalin iki lider ülkesinde iktidara getirmiştir. Böylece, metropol kapitalist ülkeler düzeyinde neo liberal uygulamalar başlatılmıştır.

Ayrıca dünya ekonomisinin geri kalan kısmı olan azgelişmiş ülkelerin kurulacak yenidünya düzenine eklemlenmelerini sağlamak amacıyla bu ülkelere yönelik bir dizi operasyon yapılmıştır. Bu yenidünya düzeninde Türkiye dâhil pek çok azgelişmiş ülke 30 yıldan bu yana küresel kapitalizme, eskisinden daha farklı, ancak daha güçlü bağlarla bağlanmıştır. Washington Uzlaşması ile 1980‘li yıllardan itibaren uluslararası sermayenin denetimindeki IMF ve DB gibi örgütler, bunalıma düşmüş bu ülkeleri, sağlayacakları kredilerin karşılığında dayattıkları istikrar ve yapısal uyum programları ile hem iktisadi, hem de politik, hem de toplumsal olarak yeniden biçimlendirilmeye razı etmişlerdir.

Politik alanda bu yıllar Türkiye‘de kontrgerilla olarak da bili-nen derin devlet yapılanmasının güdümündeki aşırı sağ militanların kitle katliamları yaptığı yıllardır. Aralık 1978’de Kahraman Maraş katliamı gerçekleştirilmiştir. Bu arada Haziran 1979‘da IMF ile yeni bir standby imzalanmıştır. Artık iktisadi kriz ile politik kriz iç içe geçmiştir. Ecevit Hükümeti‘nin istifasının ardından MSP ve MHP‘nin desteğiyle kurulan Demirel Hükümeti‘nin ilk işi, bir istikrar programı hazırlaması için MESS ve Sabancı Holding yöneticisi olan ve IMF ve DB ile çok iyi ilişkilere sahip bulunan Turgut Özal‘ı göreve çağırmak olmuştur.

Böylece 24 Ocak Kararları yürürlüğe konulmuştur. Bu tarihten itibaren başta ABD olmak üzere OECD ülkeleri, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası‘nın (DB) desteğiyle, strateji iç pazardan ihracata yönelmeye, ekonomi de hızla ulusal ve uluslararası sermaye için serbestleştirilmeye başlamıştır. Ancak bu kararlar, uygulanması oldukça zor kararlardır, zira diğer örneklerinden de görüldüğü gibi çok geniş bir halk muhalefetine neden olmaktadırlar.

24 Ocak Kararları aslında tıkanma yaşayan azgelişmiş ülkelere IMF ve DB tarafından 1970‘li yıllarda önerilmiş olan bildik bir programdı ve IMF patentli istikrar önlemleri ve DB‘nin yapısal uyum-ya da uyarlama politikalarını içeriyordu. Bu programların kabaca iki temel iktisadi hedefi vardı : (Ekonomik istikrarın sağlanması. Yani ihracata dönük bir toparlanmayla birlikte mümkün olduğunca hızlı bir fiyat istikrarı sağlamak ve peş peşe izlenecek olan serbestleştirme ve yapısal uyarlama politikalarıyla dışa açılmayı artırarak, Türkiye ekonomisini Merkez‘e daha farklı ama daha sağlam bağlarla bağlamak. Her politik krizin ardından gelen ekonomik borç ve bağlanma 12 Eylül’ün nasıl bir tezgâhın ürünü olduğunu anlamak için yeterlidir. İyi yazılmış bu senaryoda geriye kalan dekor ve oyunculardı.

Oluşturulan şiddet sarmalının içinde Cunta’nın müdahalesine ses çıkarmayacak derecede yorulmuş bir halk sermayenin megafonu olan gazete ve radyolarla beslendi.

CUNTANIN KİRLİ AĞZI: 12 EYLÜL MEDYASI

Türkiye medya siyaset ilişkisine yabancı değildir. 28 Şubat sürecinin medya ayağında enerji sektöründeki akçeli ilişkileriyle Aydın Doğan medyasının faaliyetleri hala hafızalardaki tazeliğini koruyor. Hırsız o kadar arsızdı ki suçunu saklama ihtiyacı duymamış, “Düğmeye bastık,REFAHYOL’u yıktık .” diyebilmişti. 1980’in yavuz hırsızı bir CIA ajanıydı. 12 Eylül 1980’de ordu darbe yaptığında haberi dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’a veren kişi de Paul Henze oldu. Henze, gazeteci Mehmet Ali Birand’a daha sonra verdiği bir mülakatta Carter’a “Bizim çocuklar başardı”  diye haber verdiğini anlatmıştı. Mehmet Ali Birand Paul Henze için şu ifadeleri kullanmıştı:

“Paul Henze, özellikle 1970-1980 döneminde Washington’da Türkiye’yi en yakından izleyen kişilerin başında gelirdi. Hem CIA geçmişi hem CIA’nın desteklediği vakıflardaki çalışmaları hep Türkiye üzerine olmuştu. Türkçe’yi çok iyi konuşur. Türkiye‘deki siyaseti etkileyecek kişileri çok iyi tanır ve tek başına Türkiye politikasını düzenlerdi. O dönemde Türk Amerikan ilişkileri daha çok askeri üsler ve askeri yardım etrafında dönerdi. Pentagon ve Genelkurmay politika oluştururdu. Paul Henze, bunların içinde tek sivil uzmandı ve görüşleri daima ciddiye alınırdı.

Henze’nin 12 Eylül 1980 darbesindeki heyecanını bizzat bilenlerden biriyim. Bana sonradan anlattığı bir anekdotu hiç unutamam: ‘Bir şeyler olacağını bekliyordum ancak ne zaman olacağını bilemiyordum. Sonunda Ankara’dan haber geldi. Türk askerinin müdahale ettiğini bildiren telgrafı büyükelçilikten aldık. Hemen konser izleyen Başkan Jimmy Carter’a gittim ve ‘Our boys did it’ (Bizim çocuklar başardı) dedim.’

Paul Henze, Türkiye’yi İsrail’le birlikte Amerika’nın bölgedeki en önemli üssü olarak görürdü. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne de çok büyük bir güveni vardı. Eminim, birçok darbede Washington’ın olumlu tutum almasında da yardımcı oldu.”

Darbelerde medya desteği konusunda çok uzağa gitmeye gerek yok; Gezi Olayları ve 17/25 Aralık darbe girişimlerinde medyanın tavrı oyunu anlamak için yeterde artar bile.

1980 Darbesinde de Cunta medyayı etkin bir şekilde kullanmıştı. Darbeyi gerçekleştirenler, darbenin ilk gününden itibaren radyo televizyon ve gazeteler aracılığıyla propaganda çalışmaları yürüttü ve darbenin meşruluğunu ileri sürmeye çalıştı. Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, oluşturulan Milli Güvenlik Konseyi’nin kararıyla sık sık TRT ekranlarına çıktı ve darbenin gerekçelerini sıralayarak kamuoyunu darbenin meşruluğu konusunda ikna etmeye çalıştı. Dönemin yüksek tirajlı gazeteleri olan Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet ve Tercüman gazeteleri cuntayı haklı göstermek için haber ve köşe yazılarında kaos yaşandığını, hükümetin bu kaosu durduramadığını duyurdu. Bugün de aynı tavrını sürdüren bu gazeteler darbenin sivil ayağını oluşturuyordu.

Son darbe girişimini yapan FETÖ elebaşı Gülenin 28 Şubat için “Beceremediniz, bırakın!” dediğini, Kenan Evren için methiyeler düzdüğünü veya FETÖ medyasının kalemşörü Nazlı Ilıcak’ın darbeye desteğini düşününce darbeciliğin bir hastalık olduğunu ve her on yılda bir nasıl nüksettiğini görebiliriz. Aktörler aynı, dekor aynı, sufleyi veren aynı… Ancak halkın iradesi değişmiştir.

Bugün dış basına verdikleri demeçlerle ülkelerini karanlık bir geleceğin eşiğinde gibi göstermeye çalışan, ABD ve AB’nin “kaygılarını”  aktaran “gazeteciler” 12 Eylül 1980 darbesinin ardından dış basında darbeye ilişkin olumlu değerlendirmeleri de yayınlayarak, Avrupa’nın dahi darbeyi desteklediği mesajını verdi.

Tercüman, “Dış Dünya: TSK’nın yönetime el koyması basın ve yayın araçları tarafından ilk olarak duyuruldu: Ordu Mecbur kaldı. (13 Eylül 1980)”, Milliyet “Ordunun yönetime gelmesi dışta olumlu karşılandı (13 Eylül 1980), Hürriyet, “Observer: Teröristleri temizleyip yönetim sivillere devredilecek. (15 Eylül 1980) başlıklı haberlerle dış dünyanın darbeyi desteklediğini ileri sürdü.

Darbenin gerçekleştiği haberlerinin yanı sıra “İstanbul Üniversitesi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ülkede bütünlüğü sağlamak amacıyla tüm yurtta yönetime el koymasını kutladı. (15 Eylül 1980 – Hürriyet)” şeklindeki haberlerle akademik dünyanın da darbeyi desteklediği mesajları verildi.

KABUK DEĞİŞTİREN YILAN: 12 EYLÜL ANAYASASI

Darbenin ardından hazırlanan anayasa Demokles’in kılıcı gibi ülkenin üzerinde salınıp durdu. 1961 Anayasası’nın “anarşi” ve “terör”e neden olduğuna ilişin başlatılan kampanyaya Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) gibi ekonomi kuruluşları da açıktan destek verdi. Milli Güvenlik Konseyi’nin belirlediği Danışma Meclisi tarafından hazırlanan anayasa, 1982 yılındaki halk oylamasında, yüzde 92’lik “Evet” oyu ile kabul edildi. Öylesine “demokratik” bir ortamda hazırlandı ki anayasa, hayır propagandası yapmak yasaklandı. Kenan Evren ve suç ortakları, yaptıkları konuşmalarda evet oyunu telkin ettiler. Seçim günü şeffaf zarflara konan görünür oy pusulaları, insanların “hayır” oyu kullanmasını zorlaştırdı.

Cuntanın hazırlattığı anayasa ve kurumlar hala yaşıyor ve sivil siyasetin önünü tıkamaya devam ediyor. Yarattığı şiddetle Kürt meselesi gibi toplumsal sorunlara neden olurken anayasa ve kurumlar yoluyla sivil siyaseti işlemsiz kıldı. Türkiye’yi ayakları prangalı bir mahkûma dönüştürdü.

12 Eylül Türkiye’yi küresel finans kapitalizmin kölesi yaparken anayasasıyla başını kaldıramaz hale getirdi. Sonrasında meydana gelen tüm kriz ve darbeler kendi evindeki yangını söndürmeye çalışan Türkiye’yi sabote etmeye yönelikti.

12 EYLÜL 1980’DEN 12 EYLÜL 2010’A

Türk Silahlı Kuvvetlerinin 12 Eylül 1980 günü emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askerî müdahale. 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü açık müdahalesidir.

12 Eylül’le Süleyman Demirel’in Başbakan’ı olduğu hükümet görevden alındı, Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi ve 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası uygulamadan kaldırıldı. Böylece Türkiye Siyasi ve ekonomik hayatının yeniden tasarlandığı bir askeri dönem başladı.

Bu dönem yaklaşık dokuz yıl sürdü. Darbenin hemen ardından partiler lağvedildi, parti liderleri önce askeri üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı.

2010 Anayasa Referandumunda, değişikliklerin kabul edilmesiyle 13 Eylül 2010 tarihinde çeşitli sivil toplum kuruluşları, sendikalar ve dernekler ile darbe mağduru vatandaşlar 12 Eylül darbesini yapanlar hakkında suç duyurusunda bulundu.

Bütün suç duyurularını toplayan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı “Milli Güvenlik Konseyi (MGK) adı altında 12 Eylül 1980’de ülke yönetimine el koyan ve 24 Kasım 1983 yılına kadar bu statüsünü sürdüren askerî cunta yönetiminin hayatta kalan üyeleri, Kenan Evren, Nejat Tümer ve Tahsin Şahinkaya’nın işlediği (A) Nürnberg Şartı ile kabul edilmiş ve tüm devletlerin kendi kanunlarında yer almasa dahi suçun oluşumu halinde takip etmek zorunda oldukları uluslararası hukukun buyruk kuralı niteliğine sahip insanlığa karşı suçlar (B) 765 Sayılı Ceza Kanunu’nun 146, 147, 153, 174, 179, 180, 181. maddeleri kapsamında, insanlığa karşı suçlar ve resen takdir edilecek suçlar nedeniyle haklarında başsavcılık tarafından ceza dava açılması ve haklarında gerekli önlemlerin alınması istemi ..” ile 7 Nisan 2011 yılında ilk soruşturmasını başlattı.

O dönem Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, 12 Eylül kalıntılarının temizleneceği Referandum öncesi şu tarihi konuşmayı yaptı:

12 EYLÜL DAVASI

12 Eylül Davasında yargılama 4 Nisan 2012 tarihinde başladı. Kabul edilen iddianamede 2 Ocak 1980 ile 12 Eylül 1980-6 Aralık 1983 arası suç tarihi olarak, Ankara ise suç yeri olarak gösterildi.

Sağlık sorunlarını gerekçe gösteren iki sanık dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ile Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya duruşmada yer almadılar. Kenan Evren’in avukatı Bülent Acar “1982 Anayasası’nın hâlâ yürürlükte tutulan maddeleri, sayın iddia makamını ve mahkemenizi bağlar. Yüksek mahkemenizin hukuken yok olan böyle bir davaya bakma yetkisi yoktur. Her türlü mahkeme işlemi, erksizlik nedeniyle yok hükmündedir” diyerek davanın reddini istedi ve usul gereği sanıklar olmadan yargılamanın yapılamayacağını savundu.

Her iki sanık da ağır hasta oldukları gerekçesiyle tüm duruşmalara yataklarından sesli ve görüntülü sistemle katıldı.

18 Haziran 2014’te sonuçlanan davada 7. Cumhurbaşkanı ve emekli orgeneral Kenan Evren ile dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya 765 sayılı TCK’nın “Devlet kuvvetleri aleyhine cürümler” başlıklı 146. maddesi uyarınca darbe suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edildiler.

Ceza, sanıkların “iyi halinden” dolayı müebbette çevrildi. Mahkeme, Evren’in yurtdışı çıkış yasağının devamına ve ordudan da çıkartılmasına karar verdi. Bu kararla Kenan Evren, Cumhuriyet tarihinde müebbet hapis cezası alan ilk eski Cumhurbaşkanı oldu.

YÜREKLERE SU SERPEN CEZA AMA…

Evren ve Şahinkaya’nın rütbelerinin de sökülmesi ve orgenerallikten erliğe düşürülmesi karara bağlandı. Savcı Erdinç Hakan Özdabakaoğlu, “sanıkların, darbeyi yapmaya yaklaşık bir yıl kadar önce karar verdiklerinin ve darbenin halkın gözünde sempatik görünmesini değerlendirmek için müdahale etmediklerinin” anlaşıldığını belirtmişti.

Bu karar, hem sanıklar hem katılanlar tarafından temyiz edildi.

Ancak temyiz süreci sona ermeden iki sanığın da ölmesi üzerine dava düştü. Hükümler kesinleşmediği için Evren ve Şahinkaya’nın rütbeleri de er statüsüne indirilmedi ve ailelerinin de, görevlerinden kaynaklı mali ve sosyal hakları saklı kaldı.

DARBENİN SÖZDE GEREKÇELERİ

Hiçbir sebep darbeye gerekçe edilemez fakat dönemin Genelkurmay Başkanı’nın sonrada da açıklayacağı gibi darbenin zemininin oluşması beklenilmiş ve halkın darbeye ses çıkaramayacağı noktaya gelmesi beklenilmiştir. Evren; “şartların olgunlaşmasını bekledik” dediğinde hangi şartlardan bahsediyordu?

Siyasi İstikrarsızlık

12 Eylül 1980 askerî darbesinin gerekçeleri arasında ülkede yaygınlaşan siyasi cinayetler, ve 6 Eylül günü Konya’da Necmettin Erbakan önderliğinde yapılan ve darbe liderlerinin şeriat amaçlı bir kalkışma girişimi olarak nitelediği Kudüs Mitingi gösterilir.

Miting sırasında sürekli şeriat çağrısı yapılır ve miting protestoya dönüşür. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 22 Mart 1980’de ilk turunu yaptığı Cumhurbaşkanlığı seçimini, 114 tur oylama yaptığı halde darbe gününe kadar sonuçlandıramayarak, halkta demokratik yollarla ülkenin düzlüğe çıkamayacağı inancına yol açar. Bu iki sıradan sebep ülkede siyasal istikrarsızlığın nedenleri olarak yıllardır sayıla gelmiştir.

Ekonomik Sebepler

12 Eylül öncesi dönemin son Başbakanı Süleyman Demirel’in “70 sente muhtacız” sözü ile özetlenen dış ticaret açığındaki artış ve döviz darboğazı; işsizlik, kıtlık ve işyeri anlaşmazlıkları ile beraber ekonomik sebepleri oluşturur.

Aynı zamanda 1980’lere doğru tüm dünyada neoliberal bir ekonomik dönüşüm yaşanmaktadır. Neoliberal reformları uygulayabilmek için toplumsal muhalefetin olmaması ve baskı ortamı gereklidir. Amerika Birleşik Devletleri neoliberal politikaları hızlandırabilmek için dünyanın çeşitli ülkelerinde sağ hükümetleri işbaşına geçirmek için askeri darbeleri destekler.

O dönemde Türkiye’de yükselen bir toplumsal muhalefet özellikle işçi ve öğrenci hareketleriyle kendini göstermektedir, fabrikalarda grevler artar. Darbe için ekonomik sebepler de böylece hazırdır.

Güvenlik Sorunları

12 Eylül öncesi ülkede ciddi bir güvenlik sorunu vardır. Yükseköğretim Kurumlarında değişik siyasi görüşler tarafından art arda basılır ve öğrencilerin üniversiteyi boykot etmeleri için baskı uygulanır. Darbe gününden bir gün önceki gazeteler Eskişehir’de kahvenin tarandığını ve bir kişinin öldüğünü, Ankara’da ev basan teröristlerin 2 kişiyi öldürdüğünü, Mersin’de sinema kuyruğunun tarandığını ve 4 kişinin öldüğünü, İstanbul, Gaziantep ve Malatya’da birer kişinin öldürüldüğünü yazar.

Fakat ne hikmettir ki 13 Eylül sabahı güvenlik sorunu ortadan kalkar, ülkeye suhulet ve sakinlik hakim olur. Bir gece bıçak gibi kesilen sağ-sol tartışması darbeden sonra yıllarca tartışılır ve uluslararası planlar irdelenir.

Dış Siyaset Etkenleri

NATO Güney kanadının en önemli üyelerinden olan Türkiye’nin siyasi ve ekonomik iktidarsızlığı özellikle ABD tarafından gözleniyordur. 1979 yılında meydana gelen İran İslam Devrimi, ardından aynı yıl içinde Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesi üzerine Türkiye’nin ABD politikaları için istikrarlı hale gelmesi önem kazanır. Türkiye bir an önce ABD’nin güvendiği bir müttefik olmalıdır.

Darbenin ardından Amerika’dan gelen bir ses; “our boys did it (bizim çocuklar başardılar)” demektedir. ABD’li eski bir diplomat olan Paul Henze 12 Eylül Darbesini Başkan Jimmy Carter’a böyle haber verir.

ADIM ADIM GELEN DARBE

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülend Ulusu, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya ile Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’un imzasını taşıyan, ülkedeki iç karışıklıkla ilgili uyarı mektubu 27 Aralık 1979 tarihinde Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e gönderilir.

DARBE ÖNCESİ UYARI MEKTUBU

Mektubun ardından 1 Ocak 1980’de Çankaya Köşkü’nde Kenan Evren ve kuvvet komutanlarıyla bir görüşme yapılır. Mektupta şu ifadeler dikkat çekmektedir:

“Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce, milli menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir.”

Yani komutanlar biz darbe için hazırız demektedirler.

24 OCAK KARARLARI

Ekonomik olarak yaşanan istikrarsızlık, üretimin azalması ve karaborsacılığın oluşması gibi nedenlerin ortadan kaldırılması için kamu harcamalarının sınırlandırılması, ücretlerin düşürülmesi, serbest döviz kuru gibi ekonomik önlemler alınması kararlaştırılmıştır. Bunun için Süleyman Demirel Turgut Özal’ı başbakanlık müsteşarlığına atadı ve IMF ile bu kapsamda bir anlaşma imzalanır. Turgut Özal “sandalyesiz bakandır.”

YENİ BİR BUNALIM: CUMHURBAŞKANI SEÇİMİ

Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün görev süresi dolduğu sırada meclisteki en büyük 2 partinin liderleri Ecevit ile Demirel daha Cumhurbaşkanlığı için aday bile belirlememişlerdir. Son anda adaylar bulurlar.

Seçimler sırasında hiçbir aday cumhurbaşkanı olmak için yeter oyu alamaz. Meclis’te onlarca defa tekrar oylama yapar fakat bir türlü yeni cumhurbaşkanı seçilemez. Bu durum askerlerin ülke yönetimine müdahalesine zemin hazırlar.

İngiliz Büyükelçiliği, 14 Mayıs 1980 tarihli raporunda bu duruma değinir. Özellikle Kenan Evren’in Brüksel’deki NATO toplantısından döndükten sonra yaptığı açıklamasında Brüksel’de kendisine sürekli Cumhurbaşkanının ne zaman seçileceği konusunda sorular sorulduğu kendisinin de tatmin edici bir cevap veremediğini belirtir ve durumun can sıkıcı olduğunun altını çizer. Evren sağdan ve soldan tüm partilerin birleşip artık bu sorunun çözülmesi konusunda uyarıda bulunmayı da ihmal etmez.

12 EYLÜL 1980, SAAT : 04:00

Televizyonda Kenan Evren’in sesi duyulduğunda Türkiye’de kimse huzura kavuşmamış aksine karanlık günlerin geldiği kesinleşmiştir.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan oluşan Milli Güvenlik Konseyi, radyodan okunan ilk bildiriye göre: İç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur.

12 Eylül tarihli 2 numaralı bildiriyle ülke genelinde 13 sıkıyönetim bölgesine 13 general sıkıyönetim komutanı olarak atanır. 7 numaralı bildiriyle siyasi partilerin faaliyetleri yasaklanır ve Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay dışındaki derneklerin faaliyetlerinin de durdurulmuş olduğunu duyurulur.

Emniyet Genel Müdürlüğü başta olmak üzere polis teşkilatı Jandarma Genel Komutanlığının emrine verilir. Darbe günü Emniyet ve MİT üst düzey yöneticileri Genelkurmay Başkanlığına davet edilir ve TRT ile PTT Genel Müdürleriyle beraber tecrit edilirler.

20 Eylül’de ise Kenan Evren eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend Ulusu’yu başbakan olarak görevlendirir ve 21 Eylül’de Ulusu’nun sunduğu Bakanlar Kurulu listesi Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanır.

LİDERLER GÖZALTINDA

Gece saat 03:00’da tanklar sokaklarda yürümeye başlar, darbe ilanın ardından aynı gün sabah saat 05:30’da Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan’a Genelkurmay Başkanı Kenan Evren tarafından birer tebliğ gönderilir.

Bütün tebliğlerde; “TSK yönetime el koymuştur. Hükümetiniz feshedilmiş, parlamento üyeliğiniz düşmüştür. Talimatı getiren subayın ikazlarına uyunuz” ifadesiyle birlikte gidecekleri adresler belirtilmektedir. Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel için Hamzaköy Gelibolu adresi belirtilirken, Necmettin Erbakan’a Uzunada, İzmir adres olarak verilir.

Ecevit ve Demirel eşleriyle birlikte aynı uçakla Hamzakoy’a götürülür. Yaklaşık bir ay boyunca, 11 Ekim 1980’e kadar burada kalırlar.

Necmettin Erbakan aynı gün uçakla Uzunada’ya götürülür. Alparslan Türkeş evinde bulunamadığı için Milli Güvenlik Konseyi, 13 Eylül’de bir bildiri ile teslim olmaması halinde suçlu duruma düşeceğini belirtir. Bunun üzerine 14 Eylül’de Ankara Merkez Komutanlığına teslim olur ve Uzunada’ya gönderilir.

Uluslararası ajansların son dakika notuyla geçtiği 12 Eylül Darbesi’ni Türkiye’nin önde gelen gazeteleri aynı tarihte attıkları manşetlerle okuyuculara duyurur. Dönemin büyük gazetelerinden Milliyet ve Tercüman “Parlamento ve hükumet feshedildi, bütün yurtta sıkı yönetim ilan edildi…” başlığı ve büyük harflerle “Silahlı Kuvvetler Yönetime El Koydu” manşetiyle duyurur. Hürriyet ise “Bütün yurtta sıkı yönetim uygulandı, ordu yönetime el koydu”, Cumhuriyet ise “Silahlı Kuvvetler yönetime el koydu” başlıklarıyla tarihe not düşerler.

ASMAYALIM DA BESLEYELİM Mİ?

Darbeden sonra ilk idamlar 9 Ekim 1980 tarihinde gerçekleştirilir. İlk olarak sol görüşlü Necdet Adalı, ardından sağ görüşlü Mustafa Pehlivanoğlu idam edilir. 19 Mart 1980 tarihinde idama mahkûm edilen Erdal Eren, idam kararı Yargıtay tarafından iki kere iptal edilmiş olmasına rağmen, Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan kararla 13 Aralık 1980’de Ankara Merkez Ulucanlar Cezaevi’nde idam edilir.

Kenan Evren, 3 Ekim 1984’deki Muş gezisi sırasında yaptığı konuşmada Erdal Eren’in idamına ilişkin tarihe geçecek şu cümleleri kurar: “Şimdi ben, bunu yakaladıktan sonra mahkemeye vereceğim ve ondan sonra da idam etmeyeceğim, ömür boyu ona bakacağım. Bu vatan için kanını akıtan bu Mehmetçiklere silah çeken o haini ben senelerce besleyeceğim. Buna siz razı olur musunuz?”

1402’LİK DEĞİL 20 BİN

Sadece gençler değil, üniversiteler de darbeden etkilenir; 6 Kasım 1981’de çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile YÖK kurulur. Bundan sonra 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanununun 2301 ve 2766 sayılı kanunla değişik maddelerince 71 Üniversite personeli YÖK tarafından görevlerinden uzaklaştırılır. İlk uzaklaştırmalar Şubat 1983’de başlar.

Genelkurmayın açıklamalarına göre toplam 4891 kamu personeli görevden alınmış ve 38 profesör, 25 doçent, 10 yardımcı doçent 1402’lik olmuştur. Ancak 1402’lik olmak istemediğinden bizzat istifa yolunu seçenler de dahil edildiğinde bu sayının 20.000 civarında olduğu öne sürülmektedir.

NİHAYETİNDE 82 ANAYASASI

Yeni Anayasa, 7 Kasım 1982 yılında yapılan Halkoylamasıyla %91.37 evet oyuna karşılık, %8.63 hayır oyuyla kabul edilir. Oy kullanırken iki renk hakimdir: Mavi renk hayır, beyaz renk evet demektir. Kenan Evren yaptığı konuşmalarla halkı mavi oy vermemesi konusunda telkin ediyor ve çeşitli gazetelere mavi renkle ilgili sansür uygulanıyordu.

Darbenin ardından geçen 3 yıl içerisinde önemli kanunların tamamına yakını değiştirilir ve askeri yönetimin belirlediği Danışma Meclisi tarafından hazırlanan Anayasa, 1982 yılında yapılan ve aleyhte konuşmanın ve propaganda yapmanın yasak olduğu “güdümlü” referandumda, yüzde 92’lik “Evet” oyu ile büyük farkla kabul edilir.

Halk oylamasında ‘Hayır’ oyu kullananları sandık başında baskı altında tutmak için rengi dışarıdan görünen oy pusulaları kullandırıldığı iddia edilir ama bu, Anayasa’nın çok büyük çoğunlukla kabul edilmesini açıklayan tek neden değildir.

Anayasa’nın kabulünün bir başka önemli etkeni olarak, ihtilal öncesi iç savaş ortamı nedeni ile vatandaşların kendi hayatlarından endişe etmesi de ifade edilir.

Aynı halk oylamasında, Kenan Evren otomatik olarak Cumhurbaşkanı seçilir. Kabul edilen Anayasa’da bulunan, askeri yönetim üyelerinin ömür boyu yargılanmasını engelleyen, geçici 15. madde, 2010 Türkiye Anayasa Değişikliği Referandumuna kadar kaldırılmaz.

12 EYLÜL SONRASI YENİ DÖNEM

Takvim yaprakları 6 Kasım 1983’ü gösterdiğinde Türkiye, askeri yönetime son verecek ve kendisi yönetecek olan yeni hükümeti belirleyecek olan genel seçimlerde sandık başına gitti. Bu seçime kapatılan eski siyasi partilerin hiçbiri katılamadı.

Seçimleri o zamana kadar adı pek de duyulmamış olan Turgut Özal’ın partisi Anavatan kazandı, Halkçı Parti ikinci ve Milliyetçi Demokrasi Partisi de sürpriz bir şekilde üçüncü oldu. Seçimlerden sonra milletvekillerinin parti değiştirmeleri sonucunda Doğru Yol Partisi ve Sosyal Demokrasi Partisi de meclise girdi.

Daha sonra alınan başarısız seçim sonuçları nedeniyle Milliyetçi Demokrasi Partisi kendisini feshetti, Halkçı Parti ise Sosyal Demokrasi Partisi ile birleşerek Sosyal demokrat Halkçı Parti’yi kurdu. Bu seçimler Türkiye’deki siyaset sahnesine yeni bir ismi koydu: Turgut Özal.

DARBENİN MUHASEBESİ: MİLYONLARIN HAYATINI ETKİLEDİ

Darbeden sonraki süreçte askeri yönetim, milyonlarca kişinin hayatını etkileyen kararların altına imza attı ve yıllar sürecek travmalara neden olur. Darbe sürecinde 650 bin kişi gözaltına alındı, açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 binden fazla kişi için de idam cezası istenir.

Bunlardan 517 kişiye idam kararı verilirken, kararların 50’si uygulanır. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarılırken, yaklaşık 100 bin kişi örgüt üyesi olma suçundan yargılanır, 30 bin kişi ise “Sakıncalı” olduğu iddiasıyla işten çıkarılır.

İşkence ve faili meçhullerin çokça yaşandığı dönemde bine yakın film yine sakıncalı bulunduğu için yasaklanır. Yüzlerce gazeteci için de binlerce yıla varan hapis cezaları istenir.

SON SÖZ NİYETİNE

Darbeyle sadece siyasal hayat etkilenmez Türkiye’de, sistem yeniden yapılandırılır. Darbe; Türkiye’deki toplumsal, ekonomik, askeri ve siyasi yapıyı geri döndürülemez bir şekilde uluslararası bağımlılık etrafında şekillendirir.

12 Eylül’ün toplumun hafızasında kötü olarak kalmaya devam ebediyen devam edecek, 12 Eylül dahil, her darbe girişimi lanetlenmelidir ve tekrarlanmamak üzere tarihin tozlu sayfalarında bırakılmalıdır. 

KAYNAK:HABER10