Gençlik ile ilgilenen eğitimci kardeşlerimizin bilgi ve birikimlerini güncellemeleri gerekmektedir. Tek sermayesi gençlik yıllarında okuduğu kitaplar ve dinlediği sohbetler olan kardeşlerimizin gençliği etkilemeleri imkânsızdır.
Gençlik ile ilgilenen kardeşlerimizin;
1- Önce gençlik diye bir derdi ve davası olacak ve gençliğe inanan biri olacaktır.
2- Kendisini yetiştirmiş ve her zaman yenileyen, gelişmelerden haberdar, dinamik ve çalışkan olacaktır.
3- Gençlerle zaman geçiren, onların sorun ve problemlerini çözmeye çalışan, fedakâr bir insan olacaktır.
4- Toplumun değişmesi ve dönüşmesine katkı sunacak lider ruhlu gençleri tespit edip onları vahiyle buluşturmaya gayret edecek ve Rabbine, tespit ettiği gençlerin vahiyle buluşması için niyazda bulunacaktır.
5- Son olarak yeni bir dil ve söylem geliştirerek çağın ruhuna uygun mekânlar tahsis etmelidir.
Değerli dostlar! İslam öncesi Mekke’de kadının hiçbir hak ve hukuku yoktu, hatta varlıkları rahatsızlık veriyordu. Kız çocukları doğduğunda, ayetin ifadesi ile yüzleri simsiyah kesiliyordu. (Nahl, 58)
Hz. Peygamber’in risaleti ile beraber, kadın eş oldu, anne oldu, cennet anaların ayağının altına serildi. Mirasta payı, nikâhta iradesi oldu ve bilgide düşüncesine müracaat edildi. Kadın savaşta, barışta, mahkemelerde, ilim meclislerinde ve mescitlerde, kısacası sosyal hayatın her alanında var oldu, kıymet gördü.
Modern seküler hayatın en büyük darbeyi kadına vurduğunu ve kendisine en büyük sermaye olarak kadını gördüğünü maalesef üzülerek ifade etmek istiyorum.
Kadını cinsiyetinden dolayı muhatap alanlar; kadını eğitimde, sağlıkta, ekonomide, pazarda ve reklâmda bir sömürü aracı hâline getirmektedirler.
Modern hayatın etkisinde kalmayan bölgelerde kadınlar, büyük oranda İslam’la bağdaşmayan bir kültürün kendilerine tanıdıkları bir hayata mecbur bırakılmışlardır.
Müslüman kadınlar, modern hayat ile gelenek arasında kalarak kendilerini tanımlamada ciddi problemler yaşamaktadır.
Seküler modern hayatın etkisiyle Müslüman kadınlar, bazen feminist bir yaklaşımla, bazen seküler hayatın kadını sömürmek için açtığı iğrenç alanları talep eden bir yaklaşımla kendi İslami kimliğinden uzaklaşmaktadır.
Ahlak, tesettür ve iffet, Müslüman kadının asla vazgeçemeyeceği önemli kavramlardır. İffet, “insanların bedenî ve maddi hazlara aşırı düşkünlükten korunmasını sağlayan erdem için kullanılan bir ahlak terimidir.” (TDV İslam Ansiklopedisi) Son zamanlarda maalesef Müslüman kızlarımız, ahlak, iffet ve tesettür konularında iyi bir sınav veremiyorlar. Caddelerde, üniversite kampüslerinde, kafelerde ve AVM’lerde görülen manzara, Müslüman kadın ve kızlarımızın geldiği noktayı çok iyi ortaya koymaktadır.
Değerli dostlar! Aile, toplum ağacının meyvesi olduğu gibi aynı zamanda da çekirdeğidir. Dolayısıyla ailedeki problemler toplum kaynaklıdır ve bu problemler toplumun bütününü ilgilendiren ve çöküşüne sebep olabilecek hayati meselelerdir. Bu çöküşe sebep olmada medyanın payı inkâr edilemez. Kitle iletişim araçlarının insan tutum ve davranışları üzerindeki etkilerinin çok güçlü olduğu yadsınamaz bir gerçektir.
Medyadaki bazı dizilerin olumsuz etkisiyle, toplumda aile kurmak ve çocuk sahibi olmak neredeyse anlamsızlaşırken; evlenmemek ve nikâhsız aşk birlikteliği yaşamak, kabul gören, sıradan bir yaşam tarzı olarak gösterilmektedir. Diziler, ölene kadar sürdürülmesi için söz verilen evliliklerin, ihanetlerle, entrikalarla yıkıldığını gösteren örneklerle doludur.
Bireye ve topluma sağladığı önemli yararlarla toplumun ve bireyin vazgeçilmez öğesi olan aile, evlerimizin başköşesine oturan televizyondaki bu yayınlarla özellikle milli ve manevi değerlerden yoksun bazı dizi filmlerle dejenere olmaktadır.
Seyredenlerini ekran başına bağlayan bu diziler; nikah, mahremiyet, vefa gibi değerlere gereken önemi vermiyor.
Eğitici nitelikli dizi filmlerin hemen hemen görülmediği ekranlarda, maalesef, Müslüman aile yapısına ve yaşantısına uygun olmayan görüntüler hakim olmaktadır.
Nitekim okul çağındaki genç kızların hayatın gerçeklerinden uzaklaşıp tozpembe bir dünyada yaşamasına imkân sağlayan, arkadaşlık ilişkilerinin daha da cinsel boyutlara indirilmesini meşrulaştıran ve gençleri bu yönde bir hayat tarzını benimsemeye iten diziler bulunmaktadır.
Fırtına-gerginlik dönemi diye adlandırılan ergenlik çağının içerisinde bulunan gençler için şiddetin egemen olduğu, çalışarak hayatı kazanmak yerine kısa yoldan köşeyi dönmenin konu edildiği diziler mevcuttur.
Nitekim Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Zeynep Gültekin’in hazırladığı yüksek lisans tezinde ele alınan bir dizinin 55 bölümünün faaliyet raporunda şu rakamlar ortaya çıkmıştır: 411 cinayet, 152 yaralama, 137 saldırı, 147 dayak, 155 tokat, 175 kavga, 110 işkence, 3 tecavüz, 191 taciz, 145 silahlı çatışma.
Yine başka bir araştırmada bir çocuğun 12 yaşına kadar, ölüm dahil 101 bin şiddet olayını televizyonda izlediği ortaya konmuştur. (Kadın ve Aile Dergisi)
Değerli dostlar! Ayrıca başka bir konu daha var: O da erkeği, yani babayı itibarsızlaştırma, kanun ile terbiye ederek aile içinde etkisiz hâle getirme, aile yapısı içindeki en önemli ögelerden birini, tabiri caizse, imha etme konusudur.
Medya artık şiddeti yaymak için değil, merhameti artırmak, sevgiyi çoğaltmak için çalışsa neler olur neler… Diziler, filmler, faydalı programlar, ülke çapında sevgi, saygı, muhabbet gibi konularda yapılacak yarışmalar, teşvikler yapılabilir.
Çekirdek yapı olan ailelerimizin kendi değer yargılarımız çerçevesinde saygı ve sevgi temelleri üzerinde kurulmasını sağlamak zorundayız.
Toplumsal değişim ve dönüşümlerde kadınların rolü küçümsenemez. Fıtratı bozulmamış, bilinç ve tasavvuru kirlenmemiş kadın; hiçbir şey yapmadan etrafını terbiye eden varlıktır. Bu konuda Akadder’e çok iş düşmektedir.
Değerli dostlar! Müslümanlar, İslam medeniyetinin görkemli dönemini yaşarken; Batı, Orta Çağ karanlığını yaşıyordu. Kilise Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi sanılıyordu. Kilisenin onayı alınmadan hiçbir ilmi gelişmenin olması imkânsızdı. Kiliseler Allah adına insanlara zulmeden bir kuruma dönüşmüştü. Batılı ilim adamları kiliseye savaş açarak kilisenin hegemonyasını kırdılar ve hayatta kiliseye, dolayısıyla tanrıya, sınırlı bir alan tahsis ettiler. Artık Batı düşüncesinde kilise, huzurevi ziyareti gibi, haftada bir uğranılabilecek bir yer, tanrı ise bir yaratıcı olarak kabul gören, ancak hayata müdahale ettirilmeyen bir yaratıcı, yani haşa, emekli edilmiş bir yaratıcı şeklinde kabul gördü.
Batı’nın etki alanında olan tüm bölgelerde tanrı göğe hapsedilmiş bir yaratıcı olarak görülmeye başlandı. Hayat, aklın önderliğinde ve doğadan da istifade ederek yaşanmalıydı. Tanrı hayata müdahil olmamalıydı. Bu anlayış zamanla felsefi bir kavrama dönüşerek deizm şeklinde ifade edildi.
Batı’da gelişen bu felsefi akım başta kilisenin olumsuz yaklaşımından dolayı masum gibi görünse de aslında, kilisenin yanlış uygulamalarından hareketle Allah ile hesaplaşmaları, bilim ile insaf ile bağdaşan bir durum değildir.
İlk emri oku olan, bilgiye önem veren, bilenlerle bilmeyenlerin bir olamayacağını ifade eden bir öğretinin müntesipleri, “İlim her kadın ve erkeğe farzdır”, “İlim Çin’de dahi olsa onu alın”, “İlim Müslüman’ın yitiğidir, onu nerede bulsa alır” diyen kutlu elçinin ümmeti olan Müslümanların, Batı’da hastalıklı din anlayışından dolayı Allah’ı devre dışı bırakanları örnek alması, ne kadar üzüntü verici bir durumdur.
Son zamanlarda ülkemizde Batı’da ortaya çıkmış olan bu akımın gençler arasında yaygınlaştığı ifade edilmeye başlandı.
Diyanet’in, ilahiyatların ve cemaatlerin, sahih bir din algısı oluşturmaları, Allah’ın ve O’nun kutlu elçisi Hz. Peygamber’in maksat ve gayesini anlamaya çalışmaları ile mümkün olacaktır. Bu konuda Diyanet’in çok ciddi inisiyatifler alması gerekmektedir. Din adına yapılanlar ve konuşulanlar, gençliğin din ile olan ilişkisini belirlemektedir. Diyanet’in “En iyi cemaat, cami cemaatidir” diye diğer cemaatleri dışlayan telkinleri, toplumu bölmekte, camilere giden yaşlı ve sınırlı sayıdaki cemaatin dışında kalanları rahatsız etmektedir. Aslolan tüm mütedeyyin, inançlı, çalışan STK’ların da içinde bulunduğu her kesime camilerin açık tutulmasıdır.
Değerli kardeşlerim! Geçtiğimiz günlerde operasyonlarla çökertilen yapılar üzerinden gerçekleştirilen cemaat-devlet, sivil toplum-devlet tartışmaları gündemi işgal etmektedir. Alenen İslam’a ve insanlığa hakaret sayılabilecek yapıların, televizyonlarda boy boy afişe edilerek büyütüldükten sonra, çökertilirken İslami cemaat imajıyla birlikte anılması, İslam’a düşmanlık değilse en hafifinden ahmaklıktır. Bu tartışmalar üzerinden eğer İslam ve Müslümanlar zerre kadar zarar görüyorsa, bunun vebali çok büyük olacaktır. Bu tartışmalarla cemaatlere ve İslami sivil toplum kuruluşlarına karşı kin ve nefret uyandırmak, toplumun temel dinamiklerini hiçe saymaktan öte bir şey değildir. Bugüne kadar insanlara Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamber’in hayatı, hadislerle ilgili bilgiler ulaştırmaya çalışan, samimi bir şekilde -bildiği kadarıyla- dini anlatan yapıların hepsini topyekûn kirli sepetine atmak nasıl bir çabadır? Uzun yıllardır dinî yaşantıyla, iç ve dış mihraklara karşı dinî anlayışı canlı tutmaya çalışan, İslami söylemi ve eylemi aktif kılmaya gayret eden yapıların emekleri ne çabuk unutulur oldu! Her cemaati, her sivil toplum kuruluşunu FETÖ ile kıyaslamak, FETÖ ile özdeşleştirmek ne acı bir durumdur! Devleti neredeyse ele geçiren dış kaynaklı komplike bir terör örgütü ile bütün cemaat ve yapıların bir tutulma gayreti, bu terör örgütlerinin emellerini, tersine bir eylemle, yeniden gerçekleştirmektir.
Tüm gücünü oturduğu koltuğun sırtlığından alan kişilerin “cemaatler devlete bağlansın” sığlığı ne garip bir şeydir! “Devlet, cemaatleri denetlesin” anlayışının, yeni bir buluşmuş gibi ortaya atılması, tam da gülünecek bir durumdur. Bir dernek ya da vakıf adı altında yapılan bütün faaliyetlerin hepsi, devletin organları tarafından denetlenmektedir. Günümüzde yapılan bu tartışmalar yanlış ve beyhudedir. Toplum üzerinde devlet etkisini azaltmak ve toplumu sivil bir yaşama doğru götürmek için oluşturulmuş kuruluşlar, devlet tarafından mı yönetilsin? Topluma, insanlara zarar veren, şiddete, teröre bulaşmış yapıları tespit etmek, incelemek, soruşturmak ve cezalandırmak devletin işidir. Bunu hakkıyla yerine getirmelidir. Buna itiraz etmek mümkün değildir! Bu zaten, kanunlar çerçevesinde belirlenmiş ve uygulanmakta olan bir durumdur. Ancak bunun dışında kalan bir sivil toplum kuruluşunun fikrinin, eylem biçiminin, çalışmalarının -sözüm ona- devlet tarafından belirlenmesi durumunda hangi sivillikten bahsedilebilir!
Değerli kardeşlerim! Tam da bu noktada cemaatler ve sivil toplum kuruluşları, kendini özeleştiriden geçirmeli, samimi olarak çıktıkları yolda kontrolü elden bırakmamalıdırlar. Bünyelerinde barınan potansiyelin yanlış kanalize olmasıyla oluşabilecek tehlikelerin farkında olmalıdırlar. Cemaati toplumdan bir parça olarak görmelidirler. Mehmet Zahit Kotku’nun ifadesiyle “Cemaatler, cemiyete insan yetiştirir, kendilerine değil!” Kendi gettosunu oluşturup, cam duvarlar içerisine hapsolmuş bir yaşam biçiminden ziyade toplumla birlikte yaşamalı; dini, hayatın içinde pratize etmelidirler. Ortaya koydukları söylem ve eylemlerde toplumun bütün kesimlerini göz önüne alarak hareket etmelidirler. Devletle olan ilişkilerinde doğru bir noktaya konumlanmalıdırlar. Devletten emir alan bir konuma gelmemeli, devletin bir kurumu gibi hareket etmemelidirler, ki burada sivillikten bahsedemezsiniz. Bunun yanı sıra ele geçirme iç güdülerinden sıyrılmalı; devleti, nemalanma ve rant devşirme basamağı olarak görmemelidirler. Devletin toplum için yaptığı olumlu işleri desteklemeli, yanlış işlerine hiç çekinmeden itiraz etmelidirler. Sivil yapıların devlete karşı olduğu anlayışı yanlıştır. Bilakis devletler sivil yapıların destek ve itirazları sayesinde güçlenir ve yollarına daha emin adımlarla ilerlerler.
“Yeni Sistem”de bürokrasi, askerî bir temelden sivil bir anlayışa geçmiştir. Bundan sonra sistemin işleyişi somut sonuçlar doğurmak zorundadır. İktidarın yapacağı iyilikler ve kötülükler, Müslümanların hanesine yansıyacaktır. Olumlu bir tablo, İslam dünyasındaki değişim ve dönüşümlere yol gösterici olacaktır. Aksi ve olumsuz bir tablo ise süreci tersine çevirecektir.
Bir medeniyet ufkuna doğru yol almak gerekmektedir. Kültürümüzün, iktisadi yapımızın, şehirleşme geleneğimizin, sanatın, edebiyatın, hepsinin yeni bir medeniyet ufkuna doğru yönelmesi gerekmektedir.
Yeni dönemde somut göstergeleriyle birlikte sanat, kültürel değişim vs. alanlarda somut izlerin gerçekleşmesi gerekmektedir.
Kurumsal yapıların kontrol edilebilirliği için sivil toplum kuruluşlarının politikaları, iktidarları denetleyen bir misyon yüklenmeli, bürokrasinin iktidar ve halk üzerindeki baskısını denetleyen ve hafifleten bir pozisyona sahip olmalıdır.
Eğitimden adli sisteme, imardan enerjiye, tarımdan basına kadar açıkça görülen o müthiş savurganlığın durdurulması, liyakat problemi ile çözüme kavuşacaktır. Çünkü liyakatin tercih edilmesiyle bir günlük iş bir aya yayılmaz, ödenekler çarçur edilmez, gözaltı süreleri uzamaz. Dünyayı doğru okur, doğru yorumlarız. Hepsinden önemlisi liyakat noksanlığının suçunu birbirimize atmayız. Emaneti ehline teslim etmeyi ilke ediniriz. Etnik veya ideolojik sınıflaşma kaygıları yok olur. Liyakat sorunu çözülürse, adil sistemin ihyası, Milli Eğitim’in yalpalaması gibi kangrenleşmiş birçok sorun çözülecektir.
Ülkemizde değişimin ve dönüşümün medeniyet temeline dayandırılması için, genç nüfusun duygu ve ideallerinin önündeki engellerin kaldırılması gerekmektedir. Gençlerin önüne somut ve ulaşılabilir hedefler konulmalı ve bu hedeflere yaklaşırken daha uzak hedeflerin temelleri atılmalıdır.
Mekke’nin fethinden önce Mekke’nin anahtarı Osman bin Talha’dadır. Kendisi Kâbe’nin temizliğini-bakımını yapar. Peygamberimiz (sav) içeri girmek istediğinde Hz. Ali anahtarı ondan alır ve içeri girerler. Bu esnada Osman bin Talha Müslüman değildir. O esnada Peygamberimizin (sav) amcası Hz. Abbas, Kâbe’nin anahtarının kendisine verilmesini rica eder. Peygamberimiz de anahtarı amcasına verir. O esnada bir ayet iner. Ayette şöyle buyrulur: “Allah Teâlâ size, emanetleri ehline vermenizi emreder…” (Nisa, 58) Bunun üzerine Peygamberimiz anahtarı henüz Müslüman olmayan birisine, yani Osman bin Talha’ya verir. Peygamberimiz (sav), “Ey Osman! İşte Kâbe’nin anahtarı! Bugün, iyilik ve vefa günüdür. Sen cahiliye zamanında bu vazifeyi layıkıyla yaptın, inanıyorum ki şimdi daha güzel şekilde yaparsın” buyurur ve anahtarı herkesin huzurunda ona teslim eder.
Cabirî’nin de isabetle ifade ettiği gibi yeni bir siyaset fıkhına ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaca ne imamet mitolojisi anlayışı ne de Muaviye’nin temellerini attığı saltanat modeli cevap verebilir. Devletin kutsallığı yerine hukukun üstünlüğü fikrini temel alan; açık ve şeffaf bir yönetim anlayışını benimseyen; seçim, şura ve biat anlayışını güncelleyerek oluşturan yeni bir siyaset anlayışı ihtiyacı doğmuştur.
Elli yaşındaki bir adama sekiz yaşındaki bir çocuğun elbisesini giydirmek ne kadar mümkün değilse, bugünün sorunlarını da düne ait yöntemlerle çözmek mümkün değildir.
Artık insanın geleceğini temsil etme ayrıcalığının Batı’nın elinden alınması gerekmektedir. Bilim ve teknoloji düşmanlığı kadar aşırı bilim ve teknoloji hayranlığının ve fetişizminin de tehlikeli olabileceğinin bilincine varmak ve bu yönde hareket etmek gerekmektedir.
Sonuç olarak; yapılan seçimle birlikte ülkemizde değişen yönetim modelinden umutluyuz. Yeni yönetim modeliyle birlikte sivil hayatın önünün açılmasını, insanların özgür düşünebilmesini, düşüncelere pranga vurulmamasını, sistemin akli ve ahlaki değerlere dayanan bir model olmasını arzuluyoruz. Türkiye’yi uzun yıllardır bağlayan zincirlerden kurtarıp daha insani ve İslami yaşayışı modelleyecek ve bu modeli insanlığa sunacak bir yapılanma olmasını istiyoruz. Devletin ihale, adam kayırmacılık, rant imajından kurtarılıp her ferdine değer veren, her ferdiyle tek tek ilgilenen bir hizmet anlayışı ile yeni bir imaja kavuşturulmasını talep ediyoruz.
Ayrıca, Müslüman cemaatler ve STK’lar olarak, bu ülkede inanç ve fikir özgürlüğü konusunda geniş bir toplumsal mutabakat sağlanarak 81 milyon insanın ötekileştirilmeden bu ülkenin vatandaşı olduğunu bilmesi gerekir. Her bireyin eşit haklara sahip olduğu, adalet ve şura esaslarına dayanarak her bireyin yaşama hakkı ve hukukunun yeni sistemde güvence altına alınması talebimizi yetkililere iletmemiz gerekmektedir.
Değerli kardeşlerim, İslami hareketin bir parçası olarak bizler, yeni bir dil geliştirmek zorundayız. Söylemlerimizin afaki olmaması ve karşılık bulması için altının doldurulması gerekmektedir.
Toplumsal yapımızı iyi tahlil etmemiz gerekiyor. Toplumsal gidişatın ve değişimin kavramsal haritasını doğru algılayabilmemiz gerekiyor. Toplumsal muhayyilemizin nasıl değiştiğini kavramamız gerekiyor. Bunları iyi tahlil etmezsek “gençliğe, aileye ve bireye ulaşalım, ilgilenelim ve kucaklayalım” demekle bir şey elde edemeyiz.
Şu an dünyevi anlamda birtakım kazanımlarımız mevcuttur. Bu elde ettiğimiz mevki, makam ve zenginlikler, bizleri yorgunluğa, yılgınlığa ve atalete sevk eden temel amiller olmuştur. Bu kazanımlardan vazgeçmek elbette kolay değildir. Ancak Müslümanların itibar kazanması, davet ve tebliğde yeniden başarıya ulaşması, mevcut dünyevi kazanımlardan vazgeçebilmekle mümkün olacaktır.
Aksi takdirde modern hayatın sunduğu kazanımlarla beraber, modern kültürün vazgeçilmez bir parçası olan parçalanmış kimlik ve parçacı yaklaşımlar söz konusu olacaktır. Dolayısıyla bir medeniyet tasavvuru olanlar, bu tasavvuru gerçekleştirmek için bu tehlikenin farkında olup tedbirler almalıdırlar.
Zekeriya Şengöz’ün konuşmasının devamı YARIN…
VUSLAT HABER
Son Güncelleme: 15.08.2018 11:47