İslam Dünyasının Geleceği ve Biz

14 Ağustos 2018

Şengöz’ün “İslam Dünyasının Geleceği ve Biz” başlıklı konuşması şu şekilde;

“13’üncüsünü düzenlediğimiz buluşmamızın her yıl daha nitelikli ve daha verimli programlara dönüşmesi için çaba sarf eden organizasyon ekibini canı gönülden tebrik ediyorum. 13 yıl önce 15-20 aile olarak başladığımız Anadolu Buluşmaları’nda bugün salonlara sığmıyor isek bu, teşkilatlarımızın özverili çalışmaları sayesindedir. Yaptığımız bu programların faydalarını saymaya çalışırsak saatlerimizi alır. Kısaca değinecek olursak; kaynaşma, tanışma, moral depolama, özgüven oluşturma gibi duyguların yanında konuştuğumuz her şeyi kitaba dönüştürüp tarihe not düşme, geleceğe iz bırakma çabasıdır. Bu beş günlük zaman diliminde “İslâm Dünyasının Birliktelik Modelleri ve Gelecek Perspektifi”ni, asırlardır aşamadığı vahdet sorununu, sorunlara çözüm önerilerimizi konuşmaya çalıştık.

Değerli dostlar! İslam coğrafyasının yenilenmeye ihtiyacının olduğu hepinizin malumudur. Bu coğrafyada görev ve sorumluluk alan herkes, sorumluluğunu layıkıyla yerine getirmelidir. Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz durumu tespit ederken; kaç zamandır ümmet olarak zihinlerimizde kopan fırtınaları dindiremiyor, zihinlerimizi karmaşıklaştıran sorularımıza ve sorunlarımıza çözüm bulamıyor; son birkaç asırdır içine düştüğümüz düşünce karmaşasından bir türlü çıkamıyoruz. İçine düştüğümüz dar kalıplarımız bizleri olabildiğince birbirimizden uzaklaştırıyor. Siyasi birliktelikler bir yana, kültür birliğimizi, yaşam birliğimizi, medeniyet birliğimizi ve en acısı zihin birliğimizi kaybettik. Yapay sınırlarımız, sorumluluk alanlarımız, tevdi edilen görevlerimiz, işgal ettiğimiz mevki ve makamlar, öz alan unsurlarına dönüştü. Her birimiz sahip olduğumuz ya da olmak istediğimiz görevleri kutsamaya başladı. Ümmeti, vazgeçilmez arzu ve isteklerine kurban etmeye başlayanların varlığı bizi derinden üzüyor.

Düşünce kısırlığı yaşadığımız son birkaç asırdır, sudan bahanelerle kardeşlik iklimini yok ediyoruz. Mezhep farklılıklarımız, düşünsel ayrılıklarımız, yorum farklarımız, bizi derin uçurumlara sürükledi. Dolayısıyla uzun zamandır coğrafyalarımızda huzursuzluk ve buhran hâli hüküm sürmektedir. Kriz dönemlerinde meydana gelen gelenekçi, modern, liberal, ihyacı, tecditçi, reformist, selefi gibi düşüncelerin sarmalından bir türlü çıkamaz olduk. Düşünce üretemediğimiz gibi öz kültürümüze, coğrafyalarımıza ve köklerimize yabancı, bir türlü sindiremediğimiz kısır döngülerde patinaj yaptık. Kendimize ve benliğimize yabancılaştık, bir şey olmaya çalışırken başkaca şeylere, yönlendirilmeye müsait, agresif toplumlara dönüştük. Allah’ın bizi şereflendirerek bağışladığı hilm, suhulet ve sükûnet gibi değerlerimizi yitirdik. Yaşadığımız çağın ruhuna uygun düşmeyen, dinin kök değerleriyle bugünü harmanlayamayan, böylece insanı bugünün insanı yapamayan, bilakis yaşadığı çağın yabancısı haline getiren; hatta tabiata, çevreye, zamana, mekâna, şehre, mahalleye ve evrene düşman kılan düşünce tarzlarıyla içinde bulunduğumuz buhranı daha da derinleştirdik. Çağdaş dünyada karşımıza çıkan özgürlük, çoğulculuk, tolerans, saygı, eşitlik gibi öz değerleri bizim değilmiş gibi amansız bir şekilde savmaya çalıştık.

Ne yazık ki bugün insanın hak ve özgürlüklerini kısıtlayarak insanı baskılayan devletlerimiz, halkından korkan ve politikalarını korku endeksinde üreten idarelerimiz ve idarecilerimiz var. Medeniyetimizin öncülerini unutup köksüz bir tasavvur var ettik. Coğrafyalarımız emperyalistlerin laboratuvarlarına, insanımız kobaylara dönüştü. Zilletin ve zelilliğin pençesinde çırpınıp duruyoruz. Bizden kaçanlarımız denizlerde çoluk çocuk sahillere vuruyor. Bizim bizde bulamadığımız güven ve selameti emperyalist ülke yönetimlerinde arıyoruz. İnsanın doğduğu, insanlığın inşa edildiği “Medine”lerimizde küresel emperyalizmin pençesinde inim inim inleyen kardeşlerimiz var. Oysaki Müslüman zihnin yeryüzüne yayacağı tek şey selam ve güven yurtlarıydı. Bir yerde Müslüman varsa oradaki herkes emniyetteydi. Kadınların, çocukların ve yaşlıların garantörü, oradaki Müslüman ya da Müslümanlardı. İçimizden devşirilip ellerine insan kanı bulaştırılan insanlarımıza sahip çıkmadık. Şeytanın tuzaklarına terk ettiğimiz her birey bumerang gibi dönüp bizi vurdu.

Değerli dostlar! Davamızın çağdaş dünyada karşılık bulması, yaptığımız ve yapacağımız çalışmalara bağlı. Rabbimizin bizden istedikleri, konuşmama başlarken okuduğum ayette gizlidir.

Bundan neleri anlamamız gerekiyor?

1- İyilik Yapacağız
Yani içinde yaşadığımız hayatı anlamlı kılacağız, yaşadığımız coğrafyaya karşı sorumlu olduğumuzun bilincinde olup bu sorumluluğun gereğini yerine getireceğiz. “İnsanlık için çıkarılmış hayırlı ümmet” düsturu ile insanlık için hayırlı ve iyi olan her faaliyeti gerçekleştireceğiz.

Hz. Peygamber’in hılfu’l-fudul üyeliğinden ilham alarak hangi konuda olursa olsun, dünyanın neresinde bulunursa bulunsun ve hangi ırk ve dinden olursa olsun, iyilik adına yapılan her ne varsa, Müslüman olarak elimizin o işin içinde olması gerekir.

2- İyiliği Emredeceğiz
Mümin, iyiliklerin yaygınlaşması ve kötülüklerin bertaraf olması için çaba gösterir. Mümin, bu bakımdan Peygamber yolunun yolcusudur. Hz. Peygamber’in, “Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle düzeltiniz! Ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz!” hadisini hatırlayalım! (Tirmizi; İbni Mace, fiten)

Her Müslümanın kendi iktidar alanında, yani aile içinde, okulda, iş yerinde emr-i bi’l-maruf sorumluluğu vardır. Bunun yanında iyiliği emretmek, kurumsal bir sorumluluktur. Toplum içinde bu işi deruhte eden bir grup bulunmalı, toplumsal sürekliliği sağlamalıdır. Bu grup, aklın ve dinin güzel gördüğü şeylerin yaygınlaşması, bunların kabul etmeyeceği kötülüklerin de önüne geçilmesi için çaba göstermelidir. Bu bakımdan Allah Teâlâ (cc), “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten meneden bir topluluk olsun! İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” buyurur. (Âl-i İmran, 104)

3- Dünyayı Yaşanır Kılmak İçin Pis Şeylerden Uzak Duracağız

Yaşadığımız dünyaya karşı sorumlu olduğumuzun ve yeryüzünü ifsat etmek isteyenlere karşı mücadele etmemiz gerektiğinin bilincinde olmalıyız. Çevre kirliliğine, kimyasal atık maddelerine, tohumların genetiği ile oynamaya kadar dünyanın ekolojik dengesini bozucu her harekete karşı durmalıyız.
Bugün, sadece bizim değil, ortak yurdumuz olan dünyamızın da güvenliği ve geleceği tehlike altındadır. İnsanoğlu; hırsına, tamahına, kibrine, hükümranlık arzusuna yenilmiş; maddi menfaatleri ve çıkar savaşları için attığı umursamaz adımlar yüzünden tabiatın dengesini bozmuş; yeryüzünde fesat ve bozgunculuk için yeni kapılar açmıştır. Denizler, akarsular, toprak ve hava kirlenmiş, bitkiler ve canlılar âlemi zarara uğramış, nesillerin sağlığı ve huzuru göz ardı edilmiştir (Mehmet Görmez, “Hz. Peygamber ve Güven Toplumu”).

Tüm bu maddî kirlerin yanında bir de manevi, ruhsal, kişilik kirlerimiz var. İçimizdeki kötü düşünceler ve duygulara yöneldiğimizde, maddi dünyamızdaki çevresel kirlerin çok da önem arz etmediğini görüyoruz. Benliğimize kazınan hırs, kibir, gurur, kendini beğenmişlik, kin ve nefret tohumları gibi daha birçok manevi kirlerle yaşıyoruz. Sevmediğimiz bir insanı, bir davranışı, bir hatayı günlerce, hatta yıllarca içimizde taşıyor ve kendi içimizde volkanlar büyütüyoruz.

İçinde yaşadığımız bu dünyayı düzeltmek ve daha yaşanılır bir hâle getirmek için nereden başlamamız gerektiğini anlatan bir örnek vermek isterim:

Bir adam, bütün bir haftanın yorgunluğundan sonra, pazar sabahı kalktığında keyifle eline gazetesini alır. Bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını düşünürken oğlu yanına gelir ve parka ne zaman gideceklerini sorar. Baba, bu hafta sonu parka gideceklerine dair oğluna söz vermiştir. Ama dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekir. Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişir. Dünya haritasını küçük parçalara ayırıp oğluna uzatır:

“Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni parka götüreceğim!” der. Sonra da:

“Oh be, kurtuldum! En iyi coğrafya profesörünü bile getirse bu haritayı akşama kadar düzeltemez!” diye düşünür. Aradan on dakika bile geçmeden çocuk koşarak gelir:

“Babacığım, haritayı düzelttim. Artık parka gidebiliriz!” der.

Adam önce inanamaz ve görmek ister. Gördüğünde de hayretler içinde kalır ve oğluna bunu nasıl yaptığını sorduğunda çocuk şu ibretlik açıklamayı yapar:

“Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzeltince dünya da kendiliğinden düzeldi.”

Evet, insanın kendisi düzeldiğinde içinde bulunduğumuz okul, şehir, ülke ve dünya da kendiliğinden düzelecektir. Daha yaşanılır bir dünya için yapmamız gereken tek şey: kendimizden başlamak…

4- Güzel ve Temiz Şeyler Üreteceğiz

İnsanlığın yararına olan şeyler üreteceğiz. Barutu bulduğu hâlde bomba yapmayan, pusulayı bulduğu hâlde coğrafî keşifler vesilesiyle ülkeleri sömürmeyen bir yaklaşım içerisinde olacağız. Sağlıksız olan şeylerin üretimini yapmayacağız ve üretimini yapanlara müsaade etmeyeceğiz. Kazançlarımız helal ve temiz olacak. Ellerimiz her zaman için harama bulaşmamış ve uzattığımızda Hz. Musa’nınki (as) gibi bembeyaz olacak. Girdiğimiz her iş ve yaptığımız her ticaretten sonra ellerimizi kontrol etmemiz gerekmektir.

5- İnsanları Özgürleştirecek ve Korkularını Yok Edeceğiz

Eski Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez’in ifade ettiği gibi: “Dünyayı kuşatan güven problemi öyle boyutlara ulaşmıştır ki insanın en temel dokunulmazlık alanlarında bile kendisini emniyet içerisinde hissetme imkânı son derece daralmıştır. İslâm âlimleri, dinin gayesini güvenlik perspektifinden okurken, “zarurat-ı hamse” başlığı altında beş temel dokunulmazlık konusu belirlemişlerdir. Irk, dil, din, yaş ya da cinsiyet farkı gözetilmeksizin her insanın eşit biçimde sahip olduğu bu güvenlik hakları, “din, akıl, can, mal ve nesil güvenliği” şeklinde açıklanır. Bazı âlimler bu beş gayeye, Allah’a kulluk, yeryüzünün imar edilmesi, sosyal düzen ve istikrarın sağlanması, hürriyet ve adaletin temini gibi yan unsurları da ilave etmişlerdir. Sonuçta insanoğlu için korkudan azade, emniyet içinde bir hayat sürme gayesi, vazgeçilmezdir. (Mehmet Görmez, “Hz. Peygamber ve Güven Toplumu”)
Güven; inanmak ve emin olmaktır, endişelerden sıyrılmak ve korkuları bir kenara bırakmaktır. Din-i mübin-i İslam’da iman ile güven arasında çok güçlü bir ilişki mevcuttur. İman eden kimse anlamına gelen “mümin”, güvenilir insan anlamına gelen “emin”, güven, güvence ve güvenlik anlamına gelen “emniyet”, can ve mal güvencesi anlamına gelen “eman”, hıyanetin zıddı olarak kullanılan “emanet” kavramları, aynı kökten beslenmektedir. Bu kökün bağlandığı nokta ise Yüce Yaratıcı’nın mahlukata sağladığı sonsuz güvendir.

İslam’a göre, güvenin yegâne kaynağı Cenab-ı Hak’tır. Yüce Rabbimizin Esma-i Hüsna’sından biri olan “el-Mümin”, “huzur, esenlik ve güven veren, kendisine güven duyulan, emniyet ihsan eden” demektir.

Dolayısıyla Allah’a iman eden bir mümin, kendisinin de bir parçası olduğu varlık âleminin Yüce Allah’ın himayesi, koruması ve garantisi altında olduğuna inanır. Mümin, Yüce Allah’ın kudretine teslim olan, zihnini ve yüreğini en sağlam, bâki, değişmez mesnede yaslayan, böylelikle huzura kavuşan kimsedir.

Mümin, dünyada ve ahirette huzur ve mutluğa ancak bu güven sayesinde kavuşabileceğini bilir. Nitekim İstiklal Şairimiz Mehmet Âkif, bu hakikati “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol / Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol” demek suretiyle dile getirmiştir. (Mehmet Görmez, “Hz. Peygamber ve Güven Toplumu”)

6- Rıza-i Bâri İçin Yaşayacak ve Onun İçin Öleceğiz

“De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En’am, 162)

Sorumluluk omuzlarımıza bindiği andan itibaren O’nun rızasına uygun bir hayat yaşamak, O’nun emir ve yasaklarını gözetmek, O’nun kutlu elçisinin ahlakı ile ahlaklanmak, her dava arkadaşımızın görevi olmalıdır. Yaşantımızla, duruşumuzla, ticaretimizle, evliliğimizle ve ailemizle topluma örnek olacağız.

İnsanı insan kılan ve insanı var kılan bu değerlerle insanlığa İslam’ı sunacağız. Eylemlerimizin özgürleştirici yönünü, zincirleri kırdıran ve kaldıran yönünü, İlahi düstur ve ilkelerle sabit kılacağız.

Merhum Âkif diyor ki:

Âlemde ziya kalmasa, halk etmelisin, halk!

Ey elleri böğründe yatan şaşkın adam, kalk!

Değerli dostlar! Var olmak, özne olmak ve yeniden tarih sahnesindeki yerimizi almak için Kur’an’a, Hz. Peygamber’in örnekliğine ve kadim ilmî kültürümüze yaslanarak geleceği inşa etmeliyiz.

İslam dünyasının, Batı karşısında girdiği yenilmişlik psikolojisinden kurtulma isteği; dinî, siyasî, ekonomik ve ahlak açısından yeni bir toplumun inşası ile gerçekleşecektir. Böyle bir toplumun oluşması, İslami hareketin güçlü bireyler yetiştirmesi ile mümkündür.

Değerli dostlar! “Gençliği olmayan milletler ve toplumlar yok olmaya mahkûmdur.” düsturu ile, gençliği merkeze alan bir yapıyız. Ancak karşımızda dünden farklı, sosyal medya ile büyüyen bir gençlik var. Dünün dili ile bugünkü gençliği ikna etmemiz imkânsız görünüyor. Bugünkü gençliğin ne olduğunu, beslenme kaynaklarını, hangi dili konuştuklarını, ne tür argümanlar kullandıklarını kapsayacak, bilimsel ve akademik bir gençlik çalıştayı yapmak mecburiyetindeyiz.

Kur’an’ı incelediğimizde gençlikle ilgili üç modelle karşılaşmaktayız:

1- Hz. Yusuf, yani iffet ve hayâ: Yusuf, makam sahibi güzel bir kadının bütün isteklerini, zindana atılma tehditlerine ve çeşitli komplolarına rağmen geri çevirmiştir. İlkelerinden taviz vermemiş, henüz gençlik döneminde Mısır yönetimi kendisine teslim edilmiştir.

2- Ashab-ı Kehf, yani inançta sebat örneği: Kehf suresinin 13, 14 ve 15. ayetleri; gençlerin “hakkı kabul” ve “Allah’a iman” konusunda toplumlarından farklı bir sağduyuya sahip olabileceklerine işaret eden ayetlerdir. Gençlik, davete cevap verebilen bir dönem olarak dikkat çekmektedir.

3- Hz. Meryem, yani iffet örneği: Hz Meryem’in iffeti Kur’an’a konu olmuş ve adına bir sure nazil olmuştur.

Sevgili gençler! Bu geçici dünyada iffet ve hayâ konusunda erkekler Hz. Yusuf’u, kızlar Hz. Meryem’i örnek almalıdırlar.

Gençler! Gömlekleriniz asla önden yırtılmamalı, çünkü gömleği önden yırtılan bir gençlik yarını asla inşa edemez. Ülkenin yönetimi, ancak, ilkelerinize bağlı kalıp gömleği muhafaza ederek ve her daim Allah’a sığınarak sizlere nasip olacaktır.

Hz. Peygamber’in (sav) şu hadisinden ilham alarak, yarınlarda toplumu şekillendirecek, geleceğimizin mimarları olan gençlerimizi dualarımıza taşımamız gerekmektedir: ‘‘Allah’ım, şu iki adamdan -Ebu Cehil ve Ömer b. Hattab’dan- sana en sevimli olanı ile İslam’ı güçlendir.” (Tirmizi, Müsned 2/25). Davet ve tebliğ görevini ifa eden her bir arkadaşımızın, kendi çevresinde, dini düşüncenin toplum üzerinde etkili olmasına katkıları olacak iki kişiyi gözüne kestirmesi gerekmektedir. Önce tespit edeceğiz, hangi iki kişi diye. Sonra dualarımıza taşıyarak Rabbimizden yardım niyaz edeceğiz. Daha sonra da onları vahiyle buluşturarak özgün ve özgür bireyler olarak yetiştireceğiz.

Yeteneklerin Allah’ın birer ayeti olduğunu ve dolayısıyla gençlerimizin yeteneklerinin köreltilmesinin, insanın halife oluşunu zedeleyeceğinden hareketle, gençlerimizi yeteneklerine uygun bir şekilde yetiştirmeliyiz. Yeteneklerini geliştirebilecek ortam ve zeminler oluşturmalıyız. Sanatta, edebiyatta, sporda, tiyatroda, sinemada, mimaride ve diğer alanlarda yeteneği olan gençlerimizi yönlendirmeli ve gelişmeleri için katkılar sunmalıyız.

Okuyan, eleştiren, sorgulayan, analitik düşünebilen, taassup ve asabiyetten uzak, tevhid bilinci gelişmiş, kendi tarih ve medeniyetinden haberdar bir gençlik ile ümmet olarak verdiğimiz varlık mücadelemizi tamamlamış oluruz.

Özgürlük, adalet ve merhamet kavramlarını özümsemiş; iffeti, güzel ahlakı ve sadakati ilke edinmiş; ihyayı, ıslahı ve imarı düstur edinmiş; fedakârlık, diğergamlık ve vefakârlığı şiar edinmiş; toprağa, bitkiye ve suya karşı hassas; sorumluluk bilinci gelişmiş bir gençlik yetiştirmeliyiz.

Aynen Akif’in, “Asım’ın Nesli” diyerek sembolleştirdiği İslamcı kuşaklara, asrın idrakini taşıyan kafalara seslendiği gibi.

Değerli dostlar! Bu nesil, bizim tarafımızdan inşa edilmediği takdirde fazilet hissini yitirmiş güçler ve medeniyetler, tek dişi kalmış bir canavar hâline dönüştüreceklerdir.

Asım’ın Nesli; dinini, vatanını, milletini, değerlerini ve tüm ümmeti kucaklayandır. Zulme tahammülü olmadığı gibi haksızlık karşısında susmayan, haykıran ve hatta bileği ile düzeltmeye çalışan gençtir. Vahyin şahitliğini üstlenen, iman ettiği İlahi değerleri hayata taşıyan, taşımakla kalmayıp, yaşayarak içinde bulunduğu topluma güzel örneklik yapan bir nesildir.

İnandığı değerler uğruna bedel ödeyen, ayaklarını sırat-ı müstakimde sabit tutan bir genç nesil.

Kur’an’ı okudukça evrene, hayata, topluma, insana, zamana ilişkin yeni bir düşünce, yeni bir anlayış, yeni bir dünya görüşü ile bakan bir nesil. Varlığını Allah’a adayan bir nesil. Kirli hayatın acımasız kucağına düşmektense güzel ölümün şefkatli kollarına düşmeyi tercih eden bir nesil.
Yani tembellik, hazır olana konmak, egoist, hırs ve kıskançlık, neme lazımcılık ve duyarsızlığın uzak olduğu bir genç nesil. Dilsiz, hafızasız, tarihsiz, kültürsüz, inançsız bir nesil değil. Kendi değerlerine sırtını dönmüş bir nesil değil. Milletin kaderini etkileyecek, idealist dava adamı bir gençlik.

Asının nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek. İşte çiğnetmedi yurdunu, çiğnetmeyecek.

Zekeriya Şengöz’ün konuşmasının devamı YARIN…

VUSLAT HABER