İslam medeniyetini yeniden inşa etmek için çalışan bizlerin, toplumda mesajlarımızın rağbet görmesi için şu hususları güncelleştirmemiz gerekir:
1- İstikamet üzere bulunma veya istikametimizin sahihliği
Dinî terim olarak istikamet; hakka tabi olmak, adaleti yerine getirmek, doğru yola girmek, itaat olan şeyleri yapıp isyan olan şeylerden sakınmak, verdiği sözü tutmak ve haktan başkasına meyletmemek demektir. Böyle kimseye ve hiçbir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan dümdüz ve dosdoğru şeye “müstakim” denir.
Sırat-ı müstakim dediğimiz, dosdoğru yol diye tarif ettiğimiz yol elbette ki Allah’ın razı olduğu, “İslam” diye nitelendirdiği, bütün hayatın düzen ve nizamını sağlayan, hem dünya hem de ahiret saadetini temin eden İslam dinidir. İstikamet bütün davranışlarda, hatta ibadet ve itaatlerde dahi uyulması gereken ölçüdür. İmanın, amelin ve ahlakın kendisiyle mükemmelleştiği, değer kazandığı, insana fayda sağladığı kural ve kanunların bütünüdür. Ne ifrat ne de tefritin aşırılıklarına kapılmadan mutedil olmanın adıdır. Dünyadan soyutlanmadan, ahiret hayatını unutmadan her şeyi yaratılış gayesi doğrultusunda anlamlandırmaktır. Evde-işte, çarşıda-pazarda, hazarda-seferde, ailede ve toplumda hayatın her alanında ölçülü ve dengeli olmaktır. (“Dinî Kavramlar”, Diyanet Yayınları)
Allah, Hud suresinde, “Öyleyse emrolunduğun gibi dosdoğru ol” buyurur. Rabbimiz bizden açık bir şekilde istikamet üzere olmayı, dua ederek kendisinden istemeyi emretmektedir.
Bizim, istikamet üzere olduğumuzu düşünmemiz yeterli olmaz, bilakis kendi dışımızdaki ehli ilim bir bakışın gerçekçi olarak bizi değerlendirip istikamet üzere olduğumuz yönünde bir beyanının olması gerekir.
2- Arı, duru, pak, eklentisiz olmak
Saf, temiz ve kirlenmemiş olmak; şaibesiz bir hâl ve duruşa sahip olmak, yani safiyet hâlinde olmaktır. Bu safiyet aynı zamanda birçok sorunumuzun çözümünde anahtardır. Özümüzün dışa yansıyışında güvenilirliğimizin temel taşıdır safiyet.
Yüreklerimizdeki bu safiyet; dünyevi istek ve arzuların birtakım beklentileri yüzünden kirlenmiş, sapmış ve tozlanmış benliklerimizi temizleme vesilesidir. Ancak bu safiyet sayesinde ilkeli bir hayatı ve hikmetli bir bakışı elde edebiliriz.
İstikamet üzere olduğumuz sürece safiyete doğru yol alırız. İstikamet ve safiyet bizlere geçici olanın kalıcı olan üzerindeki etkisini kırarak yok eder ve insanı sürekli yenilenmeye sevk eder.
İşte inşa sürecindeki bu saf duruş ve hâli yeniden yorumlayarak yeni bir iletişimi, yeni bir dili yakalayabiliriz.
Safiyet aynı zamanda insani ilişkilerimizde bir yakınlaşma, kaynaşma, güvenme, dostluk ve kardeşliğin tesis edilmesini sağlar.
Evet değerli kardeşlerim, bu safiyet, her bir arkadaşımız nezdinde bir potansiyel hâlinde olursa ve saf özellikler öne çıkarsa, bu özelliğimiz sayesinde, toplumsal huzuru, güveni, barışı ve eminliği sağlayan önemli bir adıma dönüşecektir. Çünkü toplumsal yaşamdaki ahlaki hayat tarzımızın en derunî yanıdır safiyet.
İhya ve ıslahta, toplumsal inşada safiyetin yanında şeytanlığın, kurnazlığın, sahteciliğin, uyanıklığın yeri yoktur.
3- Samimiyet ve sahicilik
Değerli dostlar, kendimizi genç nesle karşı sorumlu hissediyorsak ve yaşadığımız toplumda adaletin, ahlakın, hakkın ve hukukun, kardeşliğin, aile içi huzurun ve düzenin sağlanmasını düşünüyorsak, samimiyet ve sahicilik bizim şiarımız olmalıdır. Yüzümüze yansımalı, karakterimiz olmalıdır.
Sahte ve kurgusal hâllerin oluşturduğu yıkım ve tahribatın; geçici, yüzeysel, gösterişçi davranışların milletimizi ne duruma getirdiğini görmemek mümkün değildir.
Modern kültürün sahte, egoist, menfaatçi yaşam güdüsünün, toplumu çözüp parçalamanın dışında bir işe yaramadığını görmemek mümkün değildir.
Samimiyet demek; yakınlık ve dürüstlüğün ortaya konması demek; kişinin emin olması, selam ve esenliğin bir düstur hâline gelmesi demektir. Dinimiz bizim nasıl bir ilişki, nasıl bir bağ kuracağımızı ve hangi ilkeler üzerinde duracağımızı belirliyor. Kendimizden ziyade başka insanları düşünme sorumluluğu, bizim yolumuzun mihenk taşıdır.
Özetle, kişilik ve şahsiyet tam oluşmadan, başkalarıyla kurulan ilişki ve iletişim, sürekli yapay kalacaktır.
Bütün bu olanlardan sonra biz sorumlu müminler olarak her türlü fikrî ve fiilî saldırılar karşısında, duyarsız bir insan gibi toplumsal ifsat ve bozulmayı seyretme durumuna düşersek, günaha karşı duyarsızlaşmanın sinsi bir zeminde oluşması ve iradenin devre dışı kalması da kaçınılmaz olacaktır.
Çoğu zaman sıradanlaşmanın farkında bile olmayabiliriz. Yani bu sıradanlaşma, en temelde kötülük karşısında insanın sükût etmesidir. Bu sıradanlaşma, bozulma ve köhnemeyi beraberinde getirir. Bizler sıradanlaştıkça şahitlik ruhunu ve sorumluluk bilincini kaybetmiş oluruz ki -maazallah- egoizmin esiri hâline geliriz. Bütün bunlar günah işlemeyi alışkanlık hâline getirmeye sebep olan durumlardır. İsrailoğullarının en tipik özelliği, bir günah konusunda başkalarını uyarırken kendilerinin ortama ayak uydurmasıdır. Bu durum pişkinliktir, gaflettir.
Küresel güçler geçmiş zamandan daha fazla bir çabayla bireyselleşme ve güya özgürlükçü bir yaşam tarzını zihinlere empoze etmek suretiyle günaha karşı bizleri duyarsızlaştırmak istemektedir. Küresel güçlerin bu amansız saldırılarına karşı bizler neden Rabbimizin bize emrettiği yaşam tarzını yaşamak için direnmiyoruz?
Direniş; dinin, dinî hayatın ve dindarlığın yapısında var olan bir özelliktir. Dindarlık, tabiatı gereği hem deruni hem de harici, yani hem içten hem dıştan gelen tehlikelere, olumsuzluklara, bozulmalara karşı bir direniş boyutuna sahiptir.
Direniş; dindarlığın inanç, bilgi, duygu, tutum, davranış, ahlak boyutlarında, biçim ve içeriklerde kendini gösterir. Din; dindar unsurları, yani bizler gibi STK’ları günümüzde kötülüklere, emperyalizme, işgallere, kolonyalizme, köleliğe, istismara karşı harekete geçirici bir boyuta sahiptir. Bu boyut, dinde o kadar köklüdür ki fitne fesat, çöküş, sekülerleşme gibi her türlü kötülük durumlarında kendiliğinden, dini duyarlılıkla direnişe geçmeyi sağlamaktadır. Yani mücadele ederek düzeltme, iman edenlerin iyi davranış sergilemeleri, hakkı ve sabrı tavsiye etme sorumluluğumuzun bir gereğidir. Üstelik bazı vecibeler kendi doğası gereği dindar insanı dirençli kılar. Mesela namazı ikame etmenin direnç boyutları gibi.
Neden sözümüz, davetimiz, tebliğimiz ve yaşantımızla sıradanlaşmaya ve günahların yayılmasına karşı bir çaba içine girmiyoruz?
Aslında görmeyi, işitmeyi, anlamayı engellemekle başlıyor duyarsızlık.
Mücadelemizin sürekliliği açısından özellikle üç hususun -önemine binaen- altını çizmek istiyorum:
Birinci husus, bizim sevgi merkezli bir hayat tarzını özümsememizdir.
Sevgiyi hayatımızın başlangıç noktası, yani hayatımızın hareket noktası olarak almalıyız. Sevgiyi hayatımızın merkezine alırsak, derdi ve davası olan biz davetçi Müslümanlar, sevginin gücünü görür, farkındalığa ulaşırız.
Hayata sevgiyle bakmak, sadece bir nostalji olarak şarkılarda ve türkülerde telaffuz edilerek geçiştirilemez. Tam tersine hayatı daha insanca yaşanır kılabilecek bir beklenti ve bu beklentiyi hayata geçirecek bir irade ve eylemlilik de gerekir. İşte bu eylemlilik, bizi, diğer insanlarla normal bir ilişki kurmakta olumlu şartlara taşır.
Günah işleyen insana yönelik tepkinin, insana değil, işlediği ve içinde debelendiği günaha olduğunu ancak sevgi üzerinden anlayabiliriz.
Sevgi, bir yönüyle de insanların kaynaşmasına vesile olur. İnsan sevdiği ile yakınlaşır. Sevgi bizi muhataplarımıza yönlendirir. Muhatabımızı doğru anlama konusunda bizi bir gayret ve çabaya sevk eder.
Dikkat ederseniz, bir insan neye ilgi duyup ona yönelirse, kesin olarak orada bir sevgi vardır. İnsanoğlu sevdiği şeyi tanıma uğraşına girer. İşte bu istek de insanı irade ortaya koymaya yönlendirir. Kişi, sevgi beslediği, yakınlık duyduğu insan için kötülük düşünmez, ona düşmanlık etmez. İşte bu sevgi sayesinde yakinen tanıdığınız, sevdiğiniz birine karşı göstereceğiniz sertlik bile kırıcı bir tepki oluşturmaz. Anne sevgisi, baba sevgisi, kardeş sevgisi, arkadaş sevgisi, Kur’an sevgisi, Peygamber sevgisi ve Allah sevgisi işte böyle bir şeydir. Sevgisinden emin olduğumuz bir kişiden gelebilecek tehdide karşı hemen tehdit diliyle karşılık vermezsiniz. Bu olayda bir hatanızın olup olmadığını düşünüp kendinizi düzeltirsiniz. Kin ve nefrete kapı aralamazsınız. Öyle ki Allah sevgisi, havf ve reca (korku ve ümit) arasında, O’na dua ve yalvarmayla yakınlaşmaya taşır. Kur’an sevgisi, hayatımızı ayetlere göre değiştirmeye sevk eder.
Sevgi bağı, sizi gençlere yakınlaştıracak ve birlikte yol yürümenizi sağlayacaktır. Sahici ve samimi fedakârlık hissinin oluşmasının arka planında sevgiye olan inancın olduğunu bize gösterecektir.
Değerli dostlar, ikinci husus, muhabbeti bir düstur hâline getirmektir.
Sevgi ve muhabbet, dava erlerinin muhatapları ile ilgili davet ve tebliğlerinde bizi besleyen, bizi yürekten harekete geçiren, vazgeçemeyeceğimiz kavramlarımızdır. Sevgi bizi muhabbete götürür. Muhabbet, hoşlanılan şeye gösterilen meyildir. Beğendiğini, ilgi gösterdiğini belli etmektir. Muhabbet duymak, dostça münasebetlerde bulunmaktır. Muhabbet, aynı zamanda davet ve tebliğ yapılan muhataplara güven temin eder. Bu muhabbet, Rahim olan Rabbimizin esirgemesi, bağışlaması ve acıması sayesinde sevgiyi varlığın özüne dönüştürür. İşte dostluk ve kardeşlik bu sebepten bu kadar önemlidir.
Gençlere yönelik ilginizi sevgi ile taçlandırırsanız, onlarla dost olursunuz. İşte bu dostluk oluştuğunda o genç size benzemeye başlayacaktır. Eğer bunu başarabilirsek gerçek anlamda bir müminler topluluğunun oluştuğuna hep birlikte şahitlik ederiz.
Görevimiz, mücadele azmi ile donanmak, yürekten inanmak, kötülüğe karşı direnmek için kendisine davetin götürülmediği kişilere “niçin yaratıldığımızı”, “nelerden sorumlu olduğumuzu” anlatmak ve bu insanlarla arkadaşlık kurmaktır. Bir sonraki aşamada muhabbet ile bu arkadaşlığı kardeşlik safhasına taşımak gerekir. Davet ve tebliğde bulunduğumuz insanlara kendimizden çok onları düşündüğümüzü göstermeliyiz. Bu gayretli uğraş neticesinde bir dost kazanmış olacağız. Bu dostluk muhabbete dönüşecek ve temiz bir neslin, temiz bir toplumun oluşmasına, kendi medeniyetimizi yeniden inşa etme ufkuna adım adım yakınlaşacağız.
Değerli kardeşlerim, üçüncü husus fedakârlıktır.
Mücadele mensubu kardeşlerimizin “feragat etmek” kavramını içselleştirmeleri gerekmektedir. Feragat, herhangi bir hak talebinde bulunmadan, sadece iyi olma hâlini taşıma adına bir işi yapmaktır. Yani yaptığı işi herhangi bir beklentiye girmeden yapmaktır. Bundan dolayıdır ki fedakârlık çok zor bir iştir. Din, fedakârlığın ücretini İlahi hesaba havale ederek ödeyeceğini taahhüt eder. Fedakârlığın ücreti, Rabbimizin bize vahiyle bildirdiği cennettir.
Demek ki insan, doğası gereği bir fedakârlık ettiği zaman karşılığını beklemektedir. Ama gerçek fedakârlık, herhangi bir karşılık beklemeden, sadece Allah’ın rızasını gözeterek yapılan fedakârlıktır. Gerçek fedakârlık, dünyevi bir karşılık beklemeden yapılan fedakârlıktır. Hatta irfan ehli, yaptığı kulluğun ödülü olarak cenneti bile şart olarak görmek istemiyor, sadece Allah’ı görmek arzusunda olduklarını belirtiyorlar.
Sevgi, zaten aşk ile bütünleştiğinde fedakârlığı, feragati bir yaşam tarzına dönüştürür. Bu hâl, fıtri olarak insan ilişkilerinde sizin kendinize olan saygınızı arttırır.
İşte bizim İslam davamıza olan bağlılığımız ve bu dava yoldaşlarımızla dayanışmamız, bu istikamet ile başlar, safiyane bir gayrete dönüşür. Samimiyet bizim vazgeçilmezimizdir. Sahicilik yeni nesillerle buluşturur, sevgi seli oluşturur. Muhabbet ve dostluk, kardeşlik ve arkadaşlık ile mayalanır. Hiçbir dünyevi karşılık beklemeden sadece Allah rızasını gözeterek kardeş olur, dost oluruz. İşte bence gerçek “yol kardeşliği” budur.
Konuşmasını tamamlamasının ardından Anadolu Platformu İcra Kurulu Başkanı Turgay Aldemir tarafından Şengöz’e hediye takdimi yapıldı.
VUSLAT HABER
Son Güncelleme: 16.08.2018 12:06